17 Ağustos 1999 günü merkez üssü
Kocaeli’nin Gölcük ilçesinde 7.4 büyüklüğünde 45 saniye süren deprem sonucunda
18 bin kişi öldü, 48 bin kişi yaralandı ve yüzbinlerce kişi de evinden,
memleketinden oldu. 1939 Erzincan depreminden sonra Türkiye’nin yaşadığı en
büyük felaket olmasına rağmen, depremin yarattığı acı birkaç yıl içinde
unutuldu.
Deprem sonrası soruşturmalarda,
müteahhitlerin başta demir ve çimento olmak üzere malzemeden çaldığı, çimentoda
sırf zamandan tasarruf etmek için su katma yapıldığı, dere yatakları, ovalar ve
doldurma sahiller gibi inşaat yapılmaması gereken yerlere inşaat için izin verildiği,
kaçak katlar çıkıldığı, belediyeler ve hükümetin yeterli kontrol yapmadığı,
hatta yer yer rüşvet alarak onaylar verdiği, binaların alt katlarında bulunan
dükkanların sırf daha fazla alan elde etmek için binaların kolonlarını
kestikleri gibi pek çok sorumsuzluk, akılsızlık ve ahlaksızlık içerikli vahim
eylemler ortaya çıktı.
Ne var ki soruşturmalar sonucunda kolon kesen dükkanlar ile rüşvet
yiyen veya gerekli kontrolleri yapmayan devlet görevlileri hakkında
suçlamalarda bulunulmadı. Binaları çöken müteahhitlere ise 2100 dava açılmış
olup, bunlardan 1800’ü 2000 yılı Rahşan Affı ile affedilmiş, geri kalanlarından
ise davalar sonucunda bir ceza çıkmamıştır.
99 depremi sonrasında suçlu olan iktidar, belediyeler, iş adamları ve onlara ait medya, olayın
sorumluluğunu üstlerinden atmak için pek çok kirli dezenformatif aksiyona imza
atmıştır. Öyle ki aslında onlara göre ortada suçlu yoktu. Bazıları depremin İsrail
tarafından çıkartıldığını iddia ettiler, bazıları depremin “asrın depremi”
olduğunu söyleyerek yapacak bir şey olmadığı özrünü ortaya sürdüler, bazıları
ise depremin "Allah’ın Türkleri cezalandırmak için yapıldığı" gibi mide bulandırıcı iddialar ile yalanlarına
Tanrı’yı bile katmaktan çekinmediler. “7.4. yetmedi mi” şeklinde pankart açan
şeytan suratlı iğrenç kadını hatırlarsınız. Medya ise on binlerce insan enkaz altında
can verirken, içinden kurtulma olasılığı en fazla olan binaları seçip, o
binalardan sürekli canlı yayın yaparak, enkazdan kurtulan canlar üzerinden
topluma olumlu hava katmaya çalışıyordu. Ve nihayetinde ateş düştüğü yeri yaktı ve bu toplu cinayet, geri kalan halka
unutturuldu.
99’dan bugüne hükümet değişti,
teknoloji gelişti, ama insanların depreme bakış açısı değişmedi.
Bugün hala depremden ölmek bir kader meselesi olarak görülüyor. Deprem için
çıkarılan ötv vergisinin deprem için kullanılmadığı ortaya çıktı, halk tepki
göstermedi. Deprem sonrası toplanma alanları imara açıldı, halk tepki
göstermedi. Müteahhitler güvensiz evleri yapmaya devam ediyor, halk da bu
evleri almaya. Başta otogaleriler olmak üzere dükkan sahipleri binaların alt katlarındaki kolonları kesmeye devam ediyor, bina sakinleri ise izlemeye. Halbuki, deprem nedeniyle
ölmemek mümkün, hem de sadece bilime uyarak ve ahlaklı olarak.
TAVŞANCIL: AHLAK VE BİLİMDEN DOĞAN BİR BAŞARI HİKAYESİ
Gölcük depreminde sadece Kocaeli
değil, İstanbul’un da çeşitli ilçeleri ağır yıkıma uğrarken, hem depremin
merkez üstüne çok yakın hem de körfez bölgesinde olması nedeniyle ağır hasar
alması beklenen Kocaeli’nin Dilovası ilçesine bağlı Tavşancıl’da ise hiçbir
kayıp yaşanmadı. Tavşancıl’ın yıkıma ve katliama
uğramamasının ise oldukça basit bir nedeni vardı. Bilim insanlarının
önerilerine göre hareket etmek ve ahlaksızlığa izin vermemek.
Tavşancıl |
1989 yılında Tavşancıl belediye başkanı olarak seçilen Salih Gün, Tavşancıl’ın Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde olduğunun bilincindeydi. Göreve başladıktan kısa bir süre sonra, Kocaeli Üniversitesi bilim insanlarından yardım alarak, yüksek katlı yapıların sınırlandırıldığı ve dayanıksız toprağa sahip alanlara izin verilmeyen yeni bir imar planı hazırladı.
En fazla 3 katlı yapılara izin
vermesi nedeniyle yöre halkının tepkisini çeken Salih Gün, cahil tepkilere kulak asmadı ve uygulamaya devam etti. Salih Gün’ün kızı o günleri “babam insan
kaybetmektense, oy kaybetmeyi tercih ediyordu” cümlesiyle açıklamıştır. Öyle de oldu. 2002
yılında Salih Gün’ün belediye başkanlığından ayrılmasıyla bölgenin imar
planında yeniden gevşemeye gidildi.
ZAMANIMIZ KALMADI
99 depreminden sonra bilim
insanları 30 yıl içinde bir İstanbul depreminin kesin olarak gerçekleşeceğini
defalarca söylediler. Ancak medyanın manipülasyonu ve halkın unutkanlığı
sayesinde zaman içinde deprem, bir konu olmaktan çıktı ve unutuldu. Ama biz unutsak da deprem yine kapımızı çalacak, belki yine bir yaz günü, belki de kışın çetin şartlarında, belki uyurken, ya da gün içinde. Ama olacak. Ve işte o
zaman 99’da olanların hepsi tekrarlanacak. Çünkü ders almadık. Yalnızca
üzüldük, kahrolduk, ama unuttuk, unutturulduk. Unutturanlardan da hesap
sormadık.
Asya, Avrupa ve Afrika'nın kesişme noktasında, medeniyetlerin doğduğu yer olan Anadolu, tektonik yapı olarak da çok özel bir konuma sahip. Öyle ki Britanya'dan Çin'e uzanan Avrasya levhasının, Afrika levhasının ve Ortadoğu levhasının tam ortasında ve devamlı sıkıştırılan ve ittirilen bir konumda Anadolu. Bu yüzden dünyadaki tüm diğer ülkelerden daha çok depremi önemsemeliyiz.
Türkiye bir deprem bölgesi, hem de
en tehlikelilerinden. Ve üstelik sadece İstanbul değil, Bursa, Balıkesir,
Çanakkale, İzmir, Aydın, Muğla, Adana, Kahramanmaraş, Malatya, Hatay ve
Hakkari’de de önümüzdeki yıllar içinde deprem olma ihtimali var. Ama depremin
sonunda ölüm bir kader değil, yalnızca
hazırlıklı olmamız lazım. Bunun için de gereksiz Kanal İstanbul Projesine harcanması
planlanan bütçeden daha az bir bütçe ile Tüm Türkiye depreme dayanıklı hale getirilebilir.
DEPREME HAZIRLIK PLANI
1- YAPI DÜZENLEMESİ
Öncelikle hızlı bir şekilde inşaat
sektöründe yeni cezai mevzuat hazırlanmalıdır. 7.9 büyüklüğünde depremlere
dayanıklı olan binalara ruhsat verilmeli, kaçak bina inşa edenler veya mevcut
binaların kolonlarını kesenler hakkında cinayete teşebbüs kapsamında ağır
cezalar uygulanmalıdır. Ayrıca deprem bölgelerinde yer alan tüm mevcut
binaların 7.9 büyüklüğünde depremlere dayanıklılık testi gerçekleştirilmeli,
sağlam olmayan binalar eğer güçlendirme yapılamıyor ise yıkılmalıdır. Tüm yeni
binaların yapımında bir adet jeofizik mühendisinin onayının alınması zorunlu
hale getirilmeli, ülkemizde çokça görünen birbirine yapışık binalara izin verilmemeli, binalarda mühendislik olarak gerekli ve mümkün olduğunca sismik izolatörlü kolonlar kullanılmalı ve tüm inşaatlar bölgenin toprak yapısı ve olası bir depremin
dalga frekansları hesaplanarak gerçekleştirilmelidir. Son olarak bir daha imar affı denen vatana ve millete ihanet düzenlemelerinin herhangi bir şekilde çıkartılması anayasa ile engellenmeli, anayasanın ilk üç maddesi gibi değiştirilemez ve teklif edilemez hale getirilmelidir.
2- YATAY MİMARİ VE KIRSALLAŞMA
İlk olarak Türkiye dikey mimari
cahilliğinden vazgeçmelidir. Dünyanın en gelişmiş ve zengin ülkesi olan ABD'de
nüfusun büyük bir kısmı, yatay mimari ile kurulmuş şehirlerde, müstakil
bahçeli evlerde yaşamakta. Avrupa’nın en gelişmiş ülkesi Almanya’da ise toplam
nüfusun %80’i yatay mimariye sahip büyük şehir harici bölgelerde yaşamaktadır.
Kendine ait bahçesi, otoparkı, hatta havuzu olan bir veya iki katlı müstakil evlerin, komşuların sesleri ile rahatsız olunan, küçük odalara sahip, beton kule apartmanlardan çok daha tatmin edici olmasına rağmen, uzun yıllar boyunca Türk halkına yapılan manipülasyon nedeniyle günümüzde apartmanda yaşamak bir lüks olarak görülmekte olup, bu yanlış düşünce yapısı kamu spotları ve eğitim ile düzeltilmelidir.
Yapılan araştırmalar tüm Türkiye nüfusunun müstakil evlere taşınması durumunda, fazladan gereken arsa alanının en fazla Van Gölü büyüklüğünde olacağını ortaya çıkarmaktadır. Bu çerçevede, devlet imar affı yerine ev sahibi olmayan veya riskli binalarda yaşayan her bir haneye arsa desteği sağlayarak, nüfusu olabildiğince yatay mimariye taşımalıdır. Geniş bir alana sahip ülkemizde topraklarımızı kullanmak yerine, dip dibe yaşayıp, deprem sonucunda ölmek, akıl karı değildir.
Ülkemizde 60’lardan beri siyaset,
medya ve sinema eliyle şehirleşme övülerek ve kırsal küçük görülerek, nüfus manipülasyonla
kırsaldan şehirlere doğru taşınmaktadır. Dikkat edin, Yeşilçam filmlerinin büyük
bir çoğunluğu köyden şehre gelen insanların hayatının ballandırılarak
anlatılması üzerine kuruludur. Türk televizyonu ve sineması devamlı
olarak İstanbul’da yaşamayı özendiren yayınlar yapmakta, ayrıca köylülük, yaşam tarzı ve şive komedisi üzerinden aşağılanmaktadır. Halbuki, yalnızca
deprem konusu değil küresel ısınmanın hız kazandığı ve en önemli üretim
ihtiyacının tarım olacağı yakın gelecekte, kırsallaşma hayati öneme
sahiptir. Üstelik araştırmalar, yeterli imkanlara sahip bir kırsal hayatın, şehir hayatından daha sağlıklı ve tatmin edici olduğunu göstermektedir.
Bu nedenle başta İstanbul olmak
üzere yüksek deprem riski olan şehirlerdeki nüfusun en azından belirli bir
kısmı, deprem riskinin ve nüfus yoğunluğunun daha az olduğu İç Anadolu ve diğer
bölgelere aktarılmalıdır. Bu doğrultuda, öncelikle İstanbul ve Bursa’da yoğun
olan sanayi kademeli bir şekilde Ankara, Konya, Karaman, Kırşehir, Yozgat,
Sivas, Nevşehir, Niğde ve Kayseri gibi şehirlere yönlendirilebilir. Benzer şekilde
son yıllarda Ankara'dan İstanbul’a taşınan merkez bankası, borsa ve diğer finans merkezleri tekrar Ankara’ya
taşınmalıdır. İstanbul bir sanat ve kültür şehri olarak varlığını sürdürmeli, Ankara finans, teknoloji, sanayi ve siyaset olmak üzere diğer tüm görevleri üstlenmelidir. Üstelik, Ankara ve Anadolu'nun yalnızca doğal afetler değil, savaş zamanlarında da daha iyi savunulabilmesi nedeniyle, Marmara ve İzmir'deki sanayi ve finans merkezlerinin İç Anadolu'ya taşınması bir milli güvenlik meselesidir.
Toplumun şehirlerden kırsala yönlendirilmesi ise oldukça kolaydır. İlk olarak devlet, başta işsizler olmak üzere kırsala yerleşecek vatandaşlara arazi vererek onları tarıma teşvik etmelidir. Bu çalışma hem Türkiye'nin tarım etkinliğini arttıracak, hem de ülkenin dışa bağımlılığı ile ülkedeki işsizliği düşürecektir. İkinci olarak, başta yazılım, tasarım ve çağrı merkezleri gibi mesleklerde uzaktan iş modelleri desteklenmelidir. Büyükşehirlerde yaşayanlara uygulanacak gelir vergisi veya şehir vergilerinin de arttırılması ile, uzaktan çalışma modeline sahip olup büyükşehirde yaşamak zorunda olmayan vatandaşların, kırsala göç ederek mutlu ve tatmin edici bir hayat yaşamaları sağlanacaktır. Üçüncü olarak Almanya köyleri gibi Anadolu köylerinin de göresel ve işlevsel olarak gelişmesi sağlanmalı, köylerin imajı ve olanakları düzeltilmeli, ulaşım kolaylığı açısından Anadolu boyunca tren hatları arttırılmalı ve yeni köyler olabildiğince tren hatları veya limanlar üzerine kurulmalıdır.
Ayrıca, mevcut şehirler ile yeni yapılanmalar, Sovyet stilinde geniş alanlara sahip merkezleri olan, her binanın kendi otoparkına sahip olduğu, araçların yol kenarlarına park etmesine izin verilmeyen, en az iki şeritli ara yollara ve toplanma alanı olarak kullanılabilecek bol miktarda park ve geniş alanlara sahip olarak tasarlanmalı ve güncellenmelidir. Tek şeritle yollara sahip ve birbirine yapışık binaları ile özellikle İstanbul, bir deprem sonrasında sokaklara ulaşılamaması nedeniyle arama kutarma faaliyetlerini imkansız hale getirecektir. Üstelik İstanbul'da hemen hemen bütün toplanma alanlarının da imara açılmış olması nedeniyle, bir deprem sonrasında halkın sığınabileceği bir alan da mevcut durumda bulunmamaktadır. İstanbul'da bir deprem olması durumunda deprem sonrası olabilecekler, depremin kendisinden daha vahim sonuçlar bile doğurabilir.
3- ARAMA KURTARMA FAALİYETLERİ
Depremlerde binalar kadar
bilgisizlik ve organizasyonsuzluk da can almaktadır. Bu nedenşe Türk halkına deprem ile yaşama bilgisi öğretilmelidir. İlkokuldan üniversitelere kadar olan süreçte doğal afet ve ilkyardım dersleri,
branş veya seçmeli değil bir ana ders öneminde gösterilmeli, her yıl deprem,
yangın, sel, fırtına vb. konularda tatbikatlar gerçekleştirilmelidir. Ek olarak yıllardır değişmez bir şekilde Türk halkının en güvendiği kurum olan Türk
Silahlı Kuvvetleri, silah altına alınan her askere, sigara izmariti toplatmak
ve saatlerce yürüyüş yaptırmak gibi nispeten gereksiz aktivitelerden zaman ayırarak enkazdan kurtarma, tıbbi ilkyardım, yangın söndürme gibi
eğitimler vermelidir. Bir diğer kaynak olarak, devlet bünyesinde en az 100 bin gönüllüden
oluşturulacak bir arama kurtarma timi kurulmalı ve bu gönüllülere arama
kurtarma ve ilkyardım eğitimi verilmelidir. Son olarak, enkaz arama kurtarma konusunda uzman olan madencilerin özlük hakları geliştirilmeli, madenciliğe verilen önem arttırılmalıdır. Bir deprem sonrasında madenciler, gönüllüler, asker ve okullarda eğitim almış gençler el birliği ile enkazlarda
arama kurtarma aktivitelerini yapabilir ve hayati öneme sahip ilk 24 saatte
olabildiğince canı enkazdan kurtarabilirler. Ayrıca Türkiye'deki tüm camilerde, hacimleri ile orantılı olarak herhangi bir acil durumda kullanılmak üzere tıbbi malzeme, giysi, uzun ömürlü konserve gıda stokları oluşturulmalı ve bu stokların herhangi bir şekilde acil durum dışında kullanılması durumunda sorumlu olan cami imamları yargılanmalıdır.
Herşeyden önemlisi, depremin zamanı değilse de eninde sonunda olup olmayacağının bilim sayesinde bilinen bir doğa olayı olduğu, depremden ölmenin bir kader olmadığı ve bilimi dinlemek ile ahlaklı olmanın yaşatacağı, vatandaşlara öğretilmelidir. İktidarlar ve medya bunları yapmayacaksa bile, biz halk olarak bilinçlenmeli ve tatlı dille veya acı dille sözümüzü dinletmeliyiz. Unutmayın, Türkiye iktidarların, medyanın veya zenginlerin değil, milletindir.
bizim ülkede cana önem verilmiyor deprem olsun ölsün insanlar nasıl olsa 50 yılda bir oluyor kafası var
YanıtlaSil7.4 yetmedimi diyenin altında ahlaksız primat yazması :D
YanıtlaSil